Toplumların en masum ve savunmasız üyeleri olan çocuklar, insanlığın ortak değerleri ve geleceği olarak görülür. Ancak dünyada olduğu gibi Türkiye'de de çocuklara yönelik şiddet, acı bir gerçektir. 8 yaşındaki Narin'in vahşice öldürülmesi, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermiştir. “Narin son olsun” dileği, sadece bir temenni olarak kalmamalı, toplumsal bir uyanış ve değişimin başlangıcı olmalıdır.
Çocuklara yönelik şiddet, bireysel bir patoloji ya da kişisel bir suç olarak ele alınamayacak kadar geniş toplumsal kökenlere sahip bir sorundur. Sosyologlar, şiddetin sadece bir bireyler arası problem değil, toplumsal yapının bir ürünü olduğunu vurgular. Aile yapısındaki bozulmalar, yoksulluk, eğitimsizlik, sosyal dışlanma gibi yapısal sorunlar, çocukların fiziksel ve duygusal olarak şiddet görmesine zemin hazırlamaktadır.
Türkiye gibi ataerkil toplumlarda aile, en temel sosyal birim olarak kabul edilir. Ancak bu yapıda, özellikle çocuklar üzerinde güçlü bir otorite kurulması, disiplinin şiddetle sağlanması gibi geleneksel uygulamalar hala yaygındır. Bu anlayış, çocukların bireysel hak ve özgürlüklerinin göz ardı edilmesine, şiddetin normalleşmesine yol açar. Aile içindeki şiddet, çoğunlukla aile içi bir mesele olarak görülür ve dışarıdan müdahale edilmesi istenmez. Bu durum, çocukların korumasız kalmasına ve şiddetin görünmez hale gelmesine neden olur.
Cinsiyet eşitsizliği de çocuklara yönelik şiddeti pekiştiren önemli bir faktördür. Kız çocukları, özellikle ataerkil toplumlarda, daha az değerli görülebilir ve toplumsal cinsiyet rollerine zorla uydurulmak istenebilir. Narin'in yaşadığı trajedi, kız çocuklarının toplumda nasıl korunmasız ve savunmasız bırakıldığının acı bir göstergesidir. Cinsiyet temelli ayrımcılık, kız çocuklarının eğitim, sağlık ve güvenlik gibi temel haklardan mahrum kalmasına ve daha fazla şiddete maruz kalmasına yol açar.
Yoksulluk, çocukların şiddete maruz kalma riskini artıran en önemli sosyolojik etmenlerden biridir. Yoksul aileler, çocuklarını koruyacak gerekli maddi ve manevi kaynaklara sahip olamayabilir. Aynı zamanda yoksulluk, çocukların suç örgütleri veya istismar eden bireyler tarafından hedef alınmasına da zemin hazırlar. Sosyal dışlanma yaşayan çocuklar, hem aile içinde hem de toplumsal alanda korumasız kalır.
Medya, şiddetin yaygınlaşmasında ve normalleşmesinde büyük bir rol oynamaktadır. Televizyon, sinema, internet gibi kitle iletişim araçları, şiddeti sıkça bir çözüm yolu olarak gösterir. Özellikle genç bireyler, bu tür içeriklerden etkilenerek şiddeti bir davranış modeli olarak benimseyebilir. Çocuklar ise bu kültürel ortamda hem kurban hem de tanık olarak büyürler. Bu durum, toplumda şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılmasına yol açar.
Çocuklara yönelik şiddet, bireysel ve toplumsal düzeyde ağır sonuçlar doğurur. Bireysel düzeyde, şiddete maruz kalan çocuklar, yaşam boyu sürecek psikolojik ve fiziksel travmalarla karşı karşıya kalır. Bu çocuklar, topluma güven duymaz ve yetişkinlik dönemlerinde kendileri de şiddet eğilimi gösterebilirler.
Toplumsal düzeyde ise çocuklara yönelik şiddet, sosyal uyumu bozan ve gelecekteki kuşakların sağlıklı bireyler olarak yetişmesini engelleyen bir süreçtir. Şiddetin normalleştiği toplumlar, adalet, empati ve hoşgörü gibi değerleri kaybeder. Bu da sosyal yapının kırılgan hale gelmesine yol açar.
Çözüm Önerileri
Çocuklara yönelik şiddetin önlenmesinde en önemli adım, ailelerin bilinçlendirilmesi ve eğitilmesidir. Aile içi şiddetin kabul edilemez olduğu, çocukların fiziksel ve duygusal gelişimleri için sevgi dolu ve güvenli bir ortamın sağlanması gerektiği vurgulanmalıdır.
Çocukların korunması, sadece ailelerin değil, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının da sorumluluğundadır. Koruyucu yasalar etkin bir şekilde uygulanmalı, şiddete maruz kalan çocuklar için sosyal hizmetler ve destek sistemleri geliştirilmelidir. Ayrıca, sivil toplum örgütleri çocuk hakları konusunda daha fazla farkındalık yaratmalı ve ailelere rehberlik etmelidir.
Şiddetin yaygın olduğu medya içeriklerinin sınırlandırılması ve çocuklara yönelik programların daha duyarlı hale getirilmesi gereklidir. Eğitim sisteminde de çocukların hakları, şiddetsiz iletişim ve empati üzerine daha fazla vurgu yapılmalıdır.
Toplumun genelinde çocuklara yönelik şiddet konusunda farkındalık yaratılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için ortak bir sorumluluk bilinci geliştirilmelidir. Her birey, çocuk haklarını savunan birer gönüllü olmalı ve şiddeti önleyecek adımlar atmalıdır.
Narin’in ölümü, toplumumuzun çocuklara yönelik şiddet konusunda alması gereken uzun bir yol olduğunu göstermektedir. Ancak bu trajedi, bir uyanışa ve toplumsal bir dönüşüme vesile olabilir. “Narin son olsun” çağrısı, sadece bir slogan değil, toplumun tüm bireyleri için bir sorumluluk manifestosu haline gelmelidir. Çocuklarımızı korumak, onların haklarını savunmak ve geleceğimizi inşa etmek için şiddetten arınmış, sevgi dolu bir toplum yaratmak zorundayız.