“Gerçekleri görmekten korkmayalım, gölgeleri aşalım ve güneşi kucaklayalım.”
UNESCO, her yıl Kasım ayının üçüncü perşembesi günü kutlanan Dünya Felsefe Günü ile felsefenin, her kültür ve her birey için insan düşüncesinin gelişimi açısından kalıcı değerini vurgulamaktadır. Felsefe, toplumları dönüştürebilen ilham verici bir disiplin ve günlük bir uygulamadır. Bu yazıyı bugünün anısına yazdım.
Platon’un “Devlet” adlı eserinin yedinci kitabında geçen meşhur “Mağara Alegorisi”, hakikatin doğasına ve insanın onu kavrama çabasına ışık tutan, yüzyıllardır yankılanan bir metafordur. Mağara alegorisinde, sırtları mağaranın girişine dönük, yalnızca taş bir duvara bakarak yaşamlarını sürdüren zincire vurulmuş insanlar vardır. Bu insanlar için gerçek, arkalarındaki ateşin ışığıyla duvara yansıyan gölgelerden ibarettir. Onlar, yalnızca bu gölgelerle ilgilenir, hayatlarını gölgelerin arasında anlam bulmaya çalışarak geçirirler. Ancak bir gün, içlerinden biri zincirlerini kırmayı başarır. Arkasını döner, mağaranın dışına çıkar ve gerçek ışık kaynağı olan güneşi görür.
Bu süreç başlangıçta kolay değildir. Güneşi görmek gözlerini kamaştırır, ışığın parlaklığı karşısında afallar ve ne gördüğünü anlamlandırmaya çalışırken bocalar. Zamanla gözleri alışır, hakikati görmeyi ve anlamayı öğrenir. Geriye döndüğünde, mağaradaki diğer insanlara gerçekleri anlatmaya çalışır. Ancak, onun gördüklerini paylaşmaya çalışması nafiledir. Mağara halkı, gölgelerin ötesinde bir şeyin varlığına inanmak istemez ve onu delilikle suçlar. Mağaradaki bu insanlar için gerçek, yalnızca gölgelerin dünyasıdır.
Platon’un bu alegorisinde, zincirlerinden kurtulup güneşi gören kişi bir filozof; güneş ise yalnızca hakikate, bilime ve gerçeğe dayanan bilgi ve anlayışı temsil eder. Filozofun görevi, kendisi hakikate ulaştıktan sonra, mağaradakilere de bu gerçeği göstermektir. Ancak bu görev zordur; çünkü yanılsamalarla yaşamaya alışmış insanlar, gerçekleri duymaktan ve görmeye çalışmaktan kaçarlar.
Bugün, kendine “bilim insanı” veya “aydın” diyen pek çok kişi, Platon’un alegorisindeki filozofun misyonunu üstlendiğini iddia eder. Ancak ne yazık ki, yalnızca az sayıda kişi hakikatin peşindedir ve bunu ifade etmekten çekinmez. Hakikati dile getirme cesaretini gösterenler ise sıklıkla “zırvalamakla” veya “yanıltıcı olmakla” suçlanır. Günümüz dünyasında birçok sözde aydın, kendi fikirlerini hakikat gibi sunarak, gerçeği görenleri küçümser ve susturur.
Bazı sözde bilim insanları ve aydınlar, gerçeği aramak yerine, topluma yanılsamalar sunmayı tercih ederler. Televizyon ekranlarını mesken tutmuş, sürekli aynı görüşleri tekrarlayan bu kişiler, Platon’un mağarasındaki gölgelerle oyalananları andırır. Gerçeği ortaya koymak yerine, kendi menfaatleri doğrultusunda efendilerine yaranma peşindedirler. Çoğu zaman, dile getirdikleri yanılsamalara kendileri bile inanmaz; ancak çıkarları için bu söylemleri sürdürürler. Bu süreçte yalnızca kendilerini değil, aynı zamanda toplumun hakikat algısını da tahrip ederler.
Bir de işin içine “kalem efendileri” girer. Kalem efendileri, yazı yoluyla halkı yanılsamalara ve gölgelere götürmekte ustalaşmışlardır. Bu kişiler, efendilerinin istediği hikâyeleri yeniden ve yeniden yazarak, halkın gerçeklerden uzaklaşmasına katkı sağlarlar. Siyasal laf ebeliği yaparak, hakikati dile getirenleri itibarsızlaştırmaya çalışır, gerçeğin toplum için bir tehdit olduğunu söyleyip dururlar.
Bu kalem efendileri, halkın gerçekleri görmesini engellemeye çalışırken, kendi aralarında oluşturdukları ahbap-çavuş ilişkileriyle (klanyantalizm) belirli konumlara gelirler. Hiçbir araştırma yapmadan, halka sormadan, yalnızca kendi dar çerçevelerinden açıklamalar yaparlar. Böylece hem kendilerini hem de onlara inanan efendilerini komik duruma düşürürler.
Bugün, hakikati gölgelemek için çalışan bir başka grup ise, tutucu demagoglardır. Bu kişiler, söyledikleriyle yalnızca kendi çıkar çevrelerini memnun etmeye odaklanır. Gölgeler dünyasında koşarak, gerçeği görmeye direnirler. Kimi zaman savaş çığırtkanlığı yaparak, kimi zaman da toplumu yanıltıcı politikalar üreterek halkın hakikatten uzaklaşmasını sağlarlar.
Kendini beğenmiş bu sözde aydınlar ve bilim insanları, toplumu yönlendirme hakkını kendilerinde bulurlar. Ancak bunu yaparken, halkın tarihine ve hakikatine büyük bir saygısızlık ederler. Halkı küçümseyerek, onu yalnızca gölgelerle oyalanan bir kitle olarak görürler. Ancak unutulmamalıdır ki, haksızlığa uğrayan bir halkın direnme hakkı, en temel doğa yasalarından biridir.
Hakikatin peşindeki insanlara düşen görev, yalnızca gerçeği dile getirmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda, kendilerini diğer insanların yerine koyarak empati kurmayı da başarmalıdırlar. Empati, toplumsal barışın ve anlaşmanın anahtarıdır. Farklı düşünen insanların bir araya gelerek hakikati birlikte araması, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir görevdir.
Eğer günümüz aydınları, hakikate ulaşma cesaretini gösterebilirse, yalnızca gölgelerle oyalanan değil, güneşi görebilen bir toplumun oluşmasına katkı sağlayabilirler. Platon’un dediği gibi, hakikati görmek ve onu başkalarına anlatmaya çalışmak, her ne kadar zor ve acı verici bir süreç olsa da, gerçek özgürlüğe giden tek yoldur.