İki yıl evvel kaleme almıştım
Annem Türkçe konuşmaya başlayınca
Annemin yüzüne baktım. Gözleri ile isyan ediyordu.
Başını hiç öne eğmeden "Yürü oğlum” dedi. “Biz utanılacak bir şey yapmadık. Onlar utansınlar ve sakın üzüldüğünü belli etme" dedi bana ve yavaşça beni ileriye doğru itekleyerek yürümeye başladı. Cesaret bulaşıcıdır derler, o andan itibaren annemin cesaretine teslim oldum ve en az onun kadar kendinden emin ve kararlı adımlarla yürümeye başladım.
İkimiz de kelepçeliydik, hem de benim sağ kolumu annemin sol koluna kelepçelemişlerdi. Artık kelepçeler bir küçük düşme, ezilme ve aşağılanma duygusuna neden olmuyordu; tam tersine, sanki göğsüme asılmış bir onur madalyasıymış gibi, gururla yürüyordum.
Mardin/Savur’da jandarma karakolu ile adliye arasındaki mesafe yaklaşık bir buçuk kilometre idi. O mesafeyi nasıl gururla yürüdüğümü dün gibi hatırlıyorum. Annemi ve onun destansı cesaretini ruhumda hissetmek beni bambaşka biri yapmıştı.
Jandarma komutanı “Adliyeye kadar yürütün bunları” demişti. Kimin umurunda? Sanki güneş bizim için doğmuştu ve biz ilk kez bu muhteşem ışıltının altında yürüyorduk.
Etrafımızı bir grup jandarma sarmıştı. Yaklaşık 10 jandarma arasında yürüyorduk. Annemle kelepçelenmiş bir şekilde.
Babam üç beş metre ilerimizde köylülerin önünde yürüyordu. Zavallı babam; bir zamanlar bana şöyle demişti: ‘’Ben sadece iki şeyden korkarım, Biri, yukarıda Allah. İkincisi, aşağıda hükümet’’. Galiba babam o gün hükümet korkusunu biraz yenmişti.
Babamın bakışları da çok cesaret vericiydi, her iki adımda bir dönüp anneme bakıyordu ama yüzündeki ifadeler sürekli değişiyordu.
Kimi zaman kızgınlıkla…
Kimi zaman saygıyla…
Kimi zaman yılların emeği ile ilmik ilmik örülmüş sevgi ile anneme ve bana bakıyordu. Annem de ara sıra ona göz ucuyla gülümseyerek selam veriyordu. Savur o zamanlar nüfus olarak küçük bir yerdi. O gün neredeyse herkes, Savur'un taşlı yollarında ve dik yokuşlarında yolun iki yanına dizilmiş gibi, bizi izlemek için kendilerine uygun bir yer arıyorlardı.
Evinin balkonundan bizi seyredenler de az değildi, ya da dükkanının önüne çıkan kalabalıklara baka baka. Onların arasından geçerek yürüyorduk. Beyaz tülbentli bir kadın ve genç bir çocuk, birbirine kelepçelenmiş bir şekilde savur sokaklarında jandarma eşliğinde yürütülüyordu. Bu hem çok tanıdık bir görüntüydü hem de içinde ciddi korkular barındıran tuhaf bir seyirlik tabloydu.
Aslında her zaman karşılaştıkları bir manzaraydı bu; ama içlerine sindirdikleri bir manzara değildi asla. Birbirlerine Kürtçe ve Arapça soruyorlardı:
Kim bunlar?
Suçları ne?
Ve niye katiller gibi teşhir edile edile yürütülüyorlardı?
Bir anlam veremiyorlardı. “Bir talebe yakalamışlar galiba” diye konuşuyorlardı birbirleriyle, fısıltıları kulaklarıma ulaşıyordu. 1980’lerde şimdiki gibi "terörist, bölücü" gibi tanımlar yoktu. Siyasi suçlulara "Talebeler" diyorlardı. Ve Talebeler saygı görüyordu. Hırsız ve katil değillerdi.
Utanılacak işler yapmazlardı. Ve kudretli devlete kafa tutma cesaretinin sembolleriydi onlar. Böyle bir dönemdi 1980’ler.
Darbe dönemi. Sıkıyönetim dönemi. Askeri yönetimin, bir sağdan bir soldan deyip idam ettiği dönem işte. 1983 Ağustosunda Mardin’deki köyümüzü asker bastı ve beni gözaltına aldılar. Annem askerlere direndiği için onu da benimle beraber gözaltına alıp Savur ilçesine getirdiler. Ve ibretlik olsun diye bizi birbirimize kelepçeleyip sokaklarda dolaştırdılar.
Çok zalim bir dönemdi. Ve böylesine zalim bir dönemde annem ile beraber mahkemeye çıkarıldık. Ben mahkemede derdimi anlattıktan sonra, sıra anneme geldi. Mahkeme hakimi mübaşire dönerek ‘’Bir tercüman çağır’’ dedi
Annem "Ben Türkçe konuşacağım hakim bey" dedi.
Annem, Türkçenin ağzını yüzünü dağıtan kırık dökük Türkçesiyle bunu söyler söylemez, mahkeme hakiminin yüz ifadesi öylesine değişti ki tarif etmem mümkün değil.
Karşısında beyaz tülbentli bir Kürt kadını. Ve ona ‘Türkçe konuşacağım, tercümana gerek yok’ diyor! Bu sahneye tanık olmanızı çok isterdim; çünkü bugün bile bu sahneyi kemaliyle anlatacak kelimelere hala sahip olmadığımı biliyorum. Efendi/Uşak ilişkisinin adeta bir deprem ile eşitlenme haliydi. Uşağın ortaya saygı duyulacak bir irade koyarak efendisiyle eşitlenmiş olmasının dehşet duygusuydu.
Annem, sanki hakimin bütün iradesini elinden almış gibiydi. Hükmetmek isterken, hükmedilen olmak, o kısa anlarda bile, çok şaşırtıcı bir etki yaratmıştı.
Nasıl olur da bu kadın benim dilimle bana hükmeder! Hakimin böyle düşündüğü konusunda şimdi bile size yemin edebilirim.
“Hayır, tercümanla ifade vereceksin” diye bağırdı anneme.
Annem Türkçe konuşmaya devam etti. Yani tercümana Türkçe konuştu ve tercüman da Türkçeyi Türkçeye cevirdi!
İnanılmaz bir manzara idi bu.