İLKELİ HAYAT YAŞAMANIN ÖNÜNDE BİR ENGEL: KORKU
Korku hissi, insan fıtratında var olan duyguların en önemlisidir belki de. Gerek menfi manada gerekse de müspet manada hareketlerimize yön veren bu duygu; neredeyse her eylemimizde, her duruşumuzda önemli bir etkendir.
Korku, menfi manada ilkelerimizden ve değerlerimizden taviz vermemize neden olurken müspet manada ise hesap verme korkusu refleksiyle yaşantımıza daha çok önem vermemize sebep olur. Dolayısıyla ölçülü bir hayat için bu duygunun irade ile sağlıklı yönlendirilmesi hayati önemdedir. Zira korku hissi Cenab-ı Hak tarafından hayatı koruma gayesi için verilmiştir. Bu minvalde korku hissi, asıl sebepler dışında başka alanlara kaydırılsa hayatı tahrip edercesine vazife üstlenmeye başlar. Şöyle ki; insan özellikle bu hissi, dünya eksenli hayata veya farklı ifade ile dünyevi kaygılara has kılarsa hayatı tahrip edici bir unsur haline gelir. Dünya kaygısı ekseninde oluşturulan korku, böylece ilkesiz hayat sürmenin menbaı haline gelir. Sürekli olarak dünyevi kazanımların elden gitmesi korkusu, insanın belirli bir ölçü dairesinde yaşamasına mani olur.
Zira ölçülerin çakışması durumunda kişi korku ile ölçülerinden taviz vererek karakter sorunu yaşamaya başlar. Bu durum Müslüman özelinde değerlendirildiğinde şöyle bir çerçeve çıkar karşımıza: Müslüman kişi, İslamiyet dairesine girmekle Kur’an ve Resul’ün (s.a.v.) sünneti çerçevesinde yaşamayı kabul etmiş kişidir. Kur’an ve sünnet ise ahiret eksenli hayatı kazanmak için önümüze belirli kıstaslar koyar. Dünya hayatında bu kıstaslara uyularak geçirilen hayatın neticesinde mükâfat, uyulmamanın neticesinde ise mücazat alternatiflerini önümüze koyar. Dolayısıyla ahirete inanan kişi dünyevi işlerinde bu ölçüleri/kıstasları gözetmek zorundadır. Ancak korku damarı bazen bu ölçülerin yaşanmasında en büyük engel olur. İnsan bazen dünyalık bir makam kaybetme korkusundan, bazen dünyalık bir unvan kaybetme korkusundan, bazen şan-şöhret kaybetme korkusundan hâsılı bunlara benzer sair korkular, insanın İslami yaşantısından taviz vermesine neden olur. Ancak söylenenlerden mana, insanın bu kazanımları elde etmesi değil, elde etmeye çalışırken inancından vermiş olduğu tavizlerdir mevzu bahis olan.
Oysa bu durumda kişinin düşünmesi gereken şudur:
Dünyalık korkulardan kaynaklı olarak taviz verdiğim ölçülerimin bana kaybettirdikleri nelerdir ve kazandığımı sandığım dünyevi kazanımlar bana nereye kadar fayda verir? Bu çerçevede düşündüğümüzde güneş gibi bir hakikat önümüze çıkar: Taviz verilen ölçüler İslami yaşantıyı ve Ahiret hayatını etkileyen unsurlar olduğundan dünya hayatında belki de zilletli bir yaşam sürmeye neden olur. Ahiret hayatında ise (Allah muhafaza) ciddi mücazatlar gerektirir. Diğer tarafta kazandığımızı sandığımız dünyalıklar bize sadece kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Kabir kapısına kadar olan zaman dilimi ise kuşkusuz pek kısadır. Taviz verdiğimiz ilkeler/ölçüler ise ebedi olarak peşimizi bırakmayacak olan hakikatlerdir. Dolayısıyla ahirete inanan ve bu dairede hayat sürmek isteyen ilkeli insanın dünya ve dünyalıklara yönelik nidası şu olmalıdır: “Binler ihtimalden bir ihtimal ile şu kısa hayat-ı faniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızıla sevk edemezsiniz…” (Bediüzzaman Said Nursi)
Bu şiarla ebedi hayata zarar verebilecek her türlü yoldan, velev ki dünyalık çok kazanım ucunda olsa bile, inanan insanın beri olması gerekir. İnanan kişi, hayatını idame ederken kırmızı çizgilerini hep muhafaza etmelidir.