Zihin, kalbin dokunuşlarına açık değilse, vicdan damarları, sevgi kepenklerini indirmiş demektir; kılcal damarlarda merhamet artık yoktur. Bedende renksiz, kokusuz bir sıvı dolaşır durur; ruh kurur, vicdan ölüme yatar.
İnsanı insan yapan insani pınarlar var. Söz gelimi sevgi, çok kıymetli bir pınardır; merhamet, sevgiden doğan bir diğer pınardır. Vicdan, sevgi pınarının merhametle birlikte oluk oluk akmasını sağlayan pınarlar yatağıdır.
Erdem, bütün pınarların korkusuz muhafızıdır ve her pınarın manasını korur. Ve üzülerek söylemeliyim ki, bu pınarların yerine koyabileceğimiz, başka bir şeyimiz de yok. Sevginin seçeneği olmaz. Sevginin yerine hiçbir şey ikame edilemez.
Vicdan biriciktir, vicdani sorumluluk devir edilemez.
Dolayısıyla, ne olursa olsun, başımıza ne gelirse gelsin ya da beklentimiz ne olursa olsun o pınarları kurutmamalıyız. Kuruyan her pınar daralan hayat alanı demektir. O pınarlar kurumaya başlayınca, ortaya herkesi küçümseyen alaycı bir zorbalık çıkar. Sevgisizliğin bulutlarına biraz daha sis indiğinde, alaycı zorbalık, yerini resmen saldırganlığa terk eder.
Kalbimiz her daim dokunuşlara açık olmalıdır; dokunuşların kimden geldiği, bu hakikati değiştirmez. Dokunuşların sahiplerini tasnif etmeye çalışırsak, kalp yavaşlar ve artık ağzımızdan çıkan kelimelerin kalbi olmaz. Kalpsiz kelimeler, metalik, ruhsuz cümleleri davet eder. Ruhun kirlenerek hasta düşmesi denilen şey tam da budur.
Kirlenmiş hasta ruh, sadece kendini görür; ötekilerine kördür artık. Taş gibi duyarsızdır. Gerçek sağırlık böyle bir şeydir. Aslında bu durumda bir beden sahibi olmaya da ihtiyaç yoktur; çünkü bu kadar açık bir duyarsızlığı hiçbir et kabul etmez. Hiçbir beden bu kadar eziyete tahammül etmez.
İktidarların bir bedeni olmadığı için, bu kadar duyarsızlığa rağmen iktidardan çekilmeye ikna olmazlar. Çünkü maddi mülkiyet fazlalığı, adeta bir tür kalın, yağlı et tabaksı gibi etrafını sarmalayarak onu merhamet duygusundan yalıtır.
Sırf bu yüzden hiçbir iktidar yoksulluğun sesini duymaz; Hiçbir iktidara açlık ikna edici bir neden olarak gözükmez. Yoksulluk ve açlığın dokunuşlarına kapalı bir kalp, sorumluluk üstlenmek yerine suçlamayı tercih eder.
Bilirsiniz; bir zamanlar Fransa Kraliçesi Marie Antoinette, açlıktan kırılan halk için “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” demişti. AK Parti Denizli Milletvekili Şahin Tin de Meclisteki bir tartışmada, vatandaşın kuru ekmeğe mahkûm olduğunu söyleyen rakibine cevap yetiştirmek isterken “Kuru ekmek yiyorlarsa aç değiller” dedi. Aslında bu iki cümle, cümleyi kuranlar bakımından tek şey söyler: Açlığa ve yoksulluğa karşı duyarsızlık. Bu duyarsızlığın kökeninde de hem alaycılık var hem de nobran bir küçümseme.
“Kuru ekmek yiyorlarsa aç değiller” cümlesi, mideye bir şey gittiğini ima eder. Eğer mideye bir şey gitmişse, açlık yoktur. Bu zihniyette göre açılık tek seferlik bir ihtiyaçtır. Günde üç öğün yemek yemekte ısrar eden bütün insanlık, koca bir yanılsama içindedir. Kuru ekmeği bir kez yediğinde bir daha yemek yeme ihtiyacı duyulmaz. Eğer söz konusu mantığın sahibi böyle düşünmeye müsait bir zihne sahip olmasaydı asla böyle bir cümle kurmazdı.
Ben bu durumun basit bir gaf olduğunu düşünmüyorum. Bu bir gaflet anı değil. Bu kalbi dokunuşlara kapalı bir zihindir. Sevgi damarları tıkanmıştır. Ne vicdan pınarı var ne de merhamet denizi kalmış.
O türkü nasıldı? “Yiğit kuru soğana muhtaç kalmış…” Yiğitlik de öyle. (Not: Yazı iki yıl önce yazıldı)