Diyarbakır’da ‘atıklardan’ sanata: Antroposen!
AMİDA HABER - Diyarbakırlı heykeltıraş ve görsel sanatçı Bestami Eği’nin atık ve buluntu nesneleri sanatsal ifadeyle yeniden kimliklendirdiği beşinci kişisel sergisi “Antroposen”, Diyarbakır’da DİTAV Kültür Sanat Evi’nde 21 Eylül akşamı açıldı.
Eği, doğada bulduğu atık malzemeleri sanatla bütünleştiriyor. 32 eserini ziyaretçisiyle buluşturan Eği, 6 Ekim’e kadar ziyaretçilerini ağırlayacak.
Sanatçının önceki sergilerinde taşlarla verdiği mesajlar “Antroposen”de daha güçlü bir tonda karşımıza çıkıyor; çünkü doğa talanı hız kesmiyor, yağma niteliği kazanmış tüketim davranışları yaşanabilir alanları daraltıyor ve insan türünün gezegendeki diğer canlı ve cansız varlıklarla bağı giderek zayıflıyor.
Bestami Eği sanatı hak savunuculuğunun bir aracı olarak görüyor ve sanatsal üretimini tüm canlılar için eşit ve adil bir yaşamı savunmanın dili olarak kullanıyor. Bu sergisinde sanatçı işlevsizleştirilen ve çevre kirliliğine yol açan buluntu ve atık nesneleri ileri dönüştürerek onlara yeni bir kimlik kazandırıyor.
Bestami Eği ile “Antroposen” sergisini konuştuk:
Serginin teması Antroposen. Bize önce antroposenden biraz bahsedebilir misiniz? Antroposende karşılaşmalardan temel kastınız ne?
Antroposen insanın tamamıyla doğaya hâkim olduğu sömürdüğü gezegeni ilkel ya da modern teknolojiyle şekillendirdiği bir insan çağıdır. Birçok kaynak antroposen çağın başlangıcını sanayi devrimiyle ilişkilendirir. Ancak bence daha gerilere yani on binlerce yıl gerilere pleistosen çağa (buzul çağa) bakmamız lazım. Bu dönemde mega fauna denilen iri cüsseli hayvanlar homosapiens tarafından büyük oranda yok edilmiştir. Bu da biyoçeşitliliğe büyük bir darbe ve ekosistemin bozulmasına yol açmıştır. Sanayi Devrimi antroposen çağın en üst düzeye çıktığı bir çağdır. Her alanda yaşanan teknolojik gelişmeler ve üretimin artmasına üretimin artmasıyla birlikte aşırı ve gereksiz tüketimde artmıştır. Çevresel atıklar çeşitlenip çoğalarak toprağı su kaynaklarını kirleterek biyoçeşitliliği büyük ölçüde tahrip etmiştir. Bende buradan hareketle kendi çevremde ve yürüyüş yaptığım alanlarda bulduğum endüstriyel üretim nesneleri metal, buluntu ahşap, cam ve çeşitli atik nesneleri sanatın olanaklarıyla yeni bir kimlik kazandırarak izlenebilir ve sergilenebilir üretimler yapıyorum. Bu atık nesnelere kattığım bir değer olarak da algılanabilir.
“Sanat tüm canlıların yaşam hakkını savunmanın bir aracı” diyorsunuz. Sanatçıların bu noktada nasıl bir sorumluluk üstlenmesi lazım?
Yaptığım işi sadece sanatsal üretim olarak, estetik bir arayış olarak görmüyorum. Bu yeryüzünde olup biten her şey beni ilgilendiriyor, bazen ilham veriyor, bazen öfkelendiriyor veya soru sorduruyor. Sanat, o sorulara yanıtlar bulmaya çalışmaz, ama yeni sorular üretir. Resim, heykel, mimari, edebiyat hep buradan beslenir. Mağara duvarlarına çizilen resimler iklim değişimine bağlı aşırı hava olaylarından etkileniyor ve bin yıllardır varlığını sürdürürken, çağımızda bu sebeple yok olup gidecek belki. Dünyanın ortak kültür ve tarih mirasını en çok yağmalayan çağdır antroposen.
Siz buna karşı tavır geliştiriyorsunuz…
Ben bir sanatçı olarak bunu dert ediniyorum ve sergilerimde bu meseleyi gündeme getirmekten sorumlu olduğumu düşünüyorum. Sanat üreten herkes toplumsal sorunların aktarıcısı olmak zorunda değil ama ben, canlıların yaşam hakkı ihlallerine karşı sesini yükseltenlerin yanında durmayı tercih ediyorum.
Yeni serginiz Antroposen’de sadece atık malzemelerle çalıştınız. Önceki sergilerinizde “doğayla iş birliği yapıyorum” demiştiniz. Bu iş birliği devam ediyor anlaşılan?
Doğa malzemenin kendisi aslında. Manzara resmi çizerken doğa sizin modeliniz olur. Heykel yaparken taşı toprağı suyu kullanırsınız. Müzik yaparken doğadaki sesleri taklit edebilirsiniz. Doğa tüm varlığıyla iş birliği yapar zaten. Uzun süre taşlarla çalıştım; doğada kendi halinde bulduğum taşların formunu bozmadan onları başka türlü izlenebilir eserlere dönüştürmeye çalıştım. Sadece boya müdahalesiyle kimisi insan suretlerine dönüştü, kimisi hayvan oluverdi. Antroposen’de ise tek malzemem doğaya bırakılmış atıklardı; ağaçtan kopan bir parça, çöpe bırakılmış kartonlar, işlevini çabucak tamamlayıp terk edilmiş bir metal nesne gibi… Bunları ileri-dönüşüm ile yeniden kimliklendirdim ve çöpten sergiye uzanan bu yolculuğun doğa tahribatı ve iklim krizinin etkilerini konuşmamız için bize alan açmasını istedim.
İklim değişimi hem doğanın kendisini hem de canlıların yaşam alanlarını nasıl etkiliyor?
Her ikisi üzerinde de yıkıcı bir etkisi var. Antroposen çağ insanın tamamıyla doğaya hâkim olduğu, gezegeni ilkel ya da modern teknolojiyle şekillendirerek tahrip ettiği, ekolojik dengeyi bozduğu, canlı ve cansız varlıkları sınırsızca sömürdüğü bir çağ. Antroposenle birlikte her alanda yaşanan teknolojik gelişmeler bir yandan insan türünün ‘ilerlemesi’ olarak görülürken, diğer yandan, gezegenin çöküşünü hızlandırdı; üretimin artmasıyla aynı oranda aşırı ve gereksiz tüketim canlı hakları ihlalleri repertuvarını genişletirken, bitki örtüsünün, su kaynaklarının ve hayvan varlığının sürekliliğini de tehdit eder hale geldi.
Bunu biraz açabilir misiniz?
Betonarme yaşam alanlarının hızla çoğalmasıyla aşırı tüketim daha da arttı ve betonun ‘cazibesi’ doğadan kopuşu beraberinde getirdi, doğayla barışımızı bozdu. Kullanılabilir halde olup da ‘trendlere’ uymayan ahşap, kumaş, metal vb. nesneler birer birer çevresel atığa dönüştü. ‘Modası geçen’ yepyeni bir giysi veya sayısız seçeneklerin cazibesiyle sürekli yenilenen ev eşyaları sadece ‘çöp’ olmadı, aynı zamanda doğal kaynakların sorumsuzca harcanması sonucu gezegenin ömrünü kısaltmaya başladı. İşlevsizleştirilen nesneler çevre kirliliği yaratıp biyoçeşitliliğe büyük bir tehdit oluşturarak iklim krizinin derinleşmesine hizmet ediyor.
Modern yaşam tarzı, araçları ve argümanları ilk önce ve en kötü biçimde doğayı hedef aldı diyebilir miyiz?
Baudelaire şöyle diyor: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sahtedir, sunidir.” Sanayi devriminden bugüne, kentsel alanın nasıl kurulduğuna, kimleri dışarıda bırakıp kimleri çemberine dahil ettiğine bakarsak şunu görürüz: Modern dünya canlıların refahını yükselttiğini iddia ederken, doğayla bağımızı kesiyor. Yürüyüş yapabilmek için arabanıza binip başka bir yere gitmeniz gerekiyor çünkü kentlerde artık hâkim manzara bina ve araçlar.Bir zamanlar evimizin önündeki bahçede yetişen domatesi artık internette arıyoruz, üstelik çok pahalı. Çocuklarımız beyaz bir taş görse sabun zannediyor çünkü doğayla anlamlı bir ilişki kurabilecekleri imkanlar yok. Antroposen insan unsuruyla ifade edilen yeni bir jeolojik devir. Bu sürecin asıl unsuru insan türünün doğaya müdahalesi, aşırı tüketim ve kapitalist ataerki. O nedenle bu çağa ‘kapitolosen’ de deniliyor. Bu da sanırım Baudelaire’i haklı çıkarıyor; ‘oluşmuş’ değil, ‘yapılmış’ bir çevrede yaşarken sanat da doğadan değil kentsel alandan besleniyor artık. Hakikati arayanlarımız için ‘köprüden önceki son çıkış’ yüzümüzü yeniden doğaya dönmek olabilir ancak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.