Türkiye’de nüfus mühendisliği: Soydaş yerleştirme deneyimleri
“Çiftçi ithali, suyu değil, toplumsal barışı kurutur.”
Türkiye’nin son yıllarda karşı karşıya kaldığı en önemli meselelerden biri, tarım alanlarının hızla daralması, kırsal nüfusun boşalması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan su ve gıda güvenliği krizidir. Fırat ve Dicle havzası, yalnızca Türkiye için değil, tüm Ortadoğu için stratejik öneme sahiptir. Ancak bölgedeki köylerin göç vermesi ve üretim kapasitesinin düşmesi, kamuoyunda “kim bu toprakları işler?” sorusunu gündeme getirmiştir.
İlber Ortaylı’nın, Fırat ve Dicle havzalarındaki boş köylere Çin’in “Uygur bölgesinden çiftçilerin getirilebileceği” yönündeki önerisi dikkat çekicidir. Bu öneri, yüzeyde tarımsal üretimi canlandırmaya dönük pratik bir fikir gibi görünse de, Türkiye’nin yakın tarihinde benzeri uygulamaların sosyo-politik mühendislik girişimleri olarak gündeme gelmiş olması nedeniyle oldukça tartışmalıdır.
1980 askeri darbesi sonrasında Kenan Evren yönetiminin Afganistan’daki savaş ortamından kaçan Özbekleri Türkiye’ye getirerek Van ve Ceylanpınar’a yerleştirmesi, bugünkü tartışmaları anlamak açısından kritik bir örnektir. Özbeklere devlet eliyle sağlanan arazi, ev, hayvan ve tarımsal araçlar, yerel Kürt ve Arap halkın açlık sınırında yaşadığı bir dönemde büyük bir eşitsizlik yaratmıştır. Bu olay, yalnızca insani yardım olarak değil, aynı zamanda demografik mühendislik politikası olarak okunmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren demografik yapıyı şekillendirme, devlet politikalarının temel unsurlarından biri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden itibaren Balkanlardan, Kafkaslardan ve Kırım’dan gelen göçmenler, Anadolu’nun farklı bölgelerine yerleştirilmiştir Cumhuriyet, bu göçmenleri “Türkleştirme” ve “vatandaşlık bilincini” güçlendirme amacıyla bir fırsat olarak görmüştür.
1923 Lozan Antlaşması sonrasında gerçekleştirilen Türk-Yunan nüfus mübadelesi, bu yaklaşımın en açık örneklerinden biridir. Ardından Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya’dan gelen göçmenler, Anadolu’nun farklı bölgelerine dağıtılmıştır. Devlet, göçmenlere genellikle toprak, ev ve üretim araçları sağlamış; böylece hem onların entegrasyonunu kolaylaştırmış hem de “güvenilir nüfus” olarak belirlediği gruplarla belirli bölgelerde denge oluşturmuştur.
Özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürt nüfusun yoğunluğu devlet için tarih boyunca bir güvenlik meselesi olarak görülmüştür. Bu nedenle bölgeye farklı etnik grupların yerleştirilmesi, “nüfus mühendisliği” politikasının bir parçası olmuştur. 1934 tarihli İskân Kanunu, bu yaklaşımın yasal çerçevesini oluşturmuştur.
12 Eylül 1980 darbesinin ardından Kenan Evren liderliğinde kurulan askeri yönetim, yalnızca siyasi alanı değil, toplumsal yapıyı da yeniden düzenlemeye yönelmiştir. Bu dönemde Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan gruplar arasında bulunan Özbekler, Türkiye için “soydaş” olarak tanımlanmıştır.
1982’den itibaren binlerce Afgan Özbeği Türkiye’ye getirilmiş ve özellikle Van ile Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesine yerleştirilmiştir. Ceylanpınar’ın seçilmesinde iki faktör etkili olmuştur:
Bölgenin tarımsal açıdan verimli olması.
Nüfusunun ağırlıklı olarak Kürt ve Araplardan oluşması, dolayısıyla “denge unsuru” ihtiyacı.
Özbeklere devlet eliyle evler yapılmış, geniş tarım arazileri tahsis edilmiş, hayvan, traktör ve krediler sağlanmıştır. Aynı dönemde Ceylanpınar halkı ciddi bir ekonomik darboğaz içindeydi. Bölgedeki Kürt ve Arap nüfus, işsizlik ve yoksullukla mücadele ederken, yeni gelenlere sağlanan imtiyazlar eşitsizlik ve dışlanma hissini artırmıştır.
Bu uygulama, yalnızca insani yardım değil; aynı zamanda siyasi bir nüfus mühendisliği olarak değerlendirilmiştir. Kürt hareketinin güç kazandığı bir dönemde devlet, bölgeye “sadık ve soydaş” bir nüfus yerleştirerek güvenlik kaygılarını gidermeyi hedeflemiştir.
Özbeklerin Ceylanpınar’a yerleştirilmesi, kısa vadede devlet için stratejik bir kazanım olarak görülse de, uzun vadede toplumsal huzursuzluk yaratmıştır. Bu huzursuzluk üç boyutta kendini göstermiştir:
Yerel halk açlık sınırında yaşarken, Özbeklere ev, arazi ve traktör verilmesi büyük bir adaletsizlik algısı doğurmuştur. Bu durum, devletin kendi vatandaşlarına değil, dışarıdan gelenlere daha fazla değer verdiği duygusunu pekiştirmiştir.
Kürt ve Arap nüfus, Özbeklerin devlet tarafından kendilerine karşı “denge unsuru” olarak getirildiğini düşünmüştür. Bu, devlet-toplum ilişkilerinde güvensizliği derinleştirmiştir.
Özbekler, yerleştirildikleri bölgelerde kendi kültürel kimliklerini korurken, yerel halkla kaynaşmakta zorluk yaşamışlardır. Bu da sosyal ayrışmayı güçlendirmiştir.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, bu uygulama, “toplumsal barışı güçlendirmek” yerine “toplumsal ayrışmayı derinleştiren” bir sonuç doğurmuştur.
İlber Ortaylı’nın, Fırat ve Dicle havzalarındaki boş köylere Çin’in Uygur bölgesinden çiftçilerin getirilmesini önermesi, bu tarihsel deneyimlerle doğrudan bağlantılıdır. Ortaylı’nın önerisi, görünürde tarımsal üretimi artırmayı hedefler. Ancak şu soruları gündeme getirir:
Neden mevcut yerel halkın üretime katılımını sağlamak için benzer destekler verilmemektedir?
Su krizini çözmek için teknolojik yatırımlar yerine neden demografik çözümler önerilmektedir?
Bu uygulama, bölgedeki etnik ve kültürel çeşitliliği daha da karmaşık hale getirmez mi?
Ortadoğu gibi hassas bir coğrafyada, yeni nüfusların yerleştirilmesi, yalnızca tarımsal bir mesele değil, aynı zamanda jeopolitik bir meseledir. Çin’den getirilecek Uygur çiftçileri, hem etnik hem de uluslararası ilişkiler bağlamında yeni tartışmaları beraberinde getirecektir.
Türkiye’nin tarımsal üretimde yaşadığı sorunlar, aslında teknik ve yapısal çözümler gerektirir:
Modern sulama teknolojilerinin geliştirilmesi,
Çiftçilere ekonomik destek sağlanması,
Kooperatifleşmenin teşviki,
Yerel üreticilerin borç yükünün hafifletilmesi.
Bu önlemler alınmadan, dışarıdan “çiftçi ithali” ile çözüm aramak, su krizini çözmek yerine toplumsal krizleri büyütme potansiyeli taşımaktadır.
Dolayısıyla Ortaylı’nın önerisi, Kenan Evren döneminde uygulanan “soydaş yerleştirme” politikalarının güncellenmiş bir versiyonu olarak görülmelidir. Bu yaklaşım, su krizinden çok demografi ve siyaset krizine işaret etmektedir.
Türkiye’de su krizi ve tarımsal üretimin sürdürülebilirliği ciddi bir meseledir. Ancak bu meseleye çözüm ararken tarihsel deneyimlerin ışığında dikkatli olunmalıdır. Kenan Evren’in 1980’lerde Özbekleri Ceylanpınar ve Van’a yerleştirmesi, bölgesel eşitsizlikleri artırmış, toplumsal güvensizlik yaratmış ve devlet-toplum ilişkilerinde derin yaralar açmıştır.
Bugün İlber Ortaylı’nın Uygur çiftçilerini gündeme getirmesi, benzer bir yaklaşımı hatırlatmaktadır. Oysa çözüm, yerel halkı dışlamadan, onların üretim kapasitesini güçlendirmekten geçmektedir. Su krizini çözmenin yolu, demografik mühendislik değil; adil, bilimsel ve sürdürülebilir tarım politikalarıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.