Dicle Üniversitesi’nin Kurumsal Kimliği
Türkiye’de toplumsal sorunları tanımlama, çözme süreçleri sorunun taraflarını nadiren memnun ediyor. Bir konu ele alındığında genellikle bilimsel yöntem, etik ve hakkaniyet değil, denge faktörü etkili oluyor. Denge faktörünün yürütücü refleks olduğu sayısız durum var: FETÖ, barış imzacıları, devlet memurluğuna alımlar..
Fethullahçılar kendilerinden olmayana asla şans, alan tanımadı. Bunun ağır, trajik sonuçları bile ‘kendinden olmayana şans tanımayana şans tanımama’ ilkesini öne çıkaramadı. Kişiyi anadili, inancı, ideolojisi, varsıllığı, nüfuzu, etnisitesi, yaşam tarzı ile değil de ‘mesleğin gereği’ değerlendiren sistem hala geçerli kılınamadı.
Herhangi bir kurumda devam eden kayırmacılığın ve denge faktörünün neden olduğu hak ihlalleri, mobbingler, kalp kırıklıkları günümüzün de problemleri. Üst yapının bu sistemini toplumun ne kadar özümsediği ve pratiğe yansıttığı sorusu da oldukça kritik!
Okul öncesi, temel eğitim, lise ve üniversite öğrenimi boyunca her bir öğrencinin bireysel ilgi, yetenek ve kapasitesini ölçme ve değerlendirme yöntemleriyle ortaya koyarak bireye kendisini nazikçe kabullendirmeyi sağlayamama, yaşamı hayat boyu etkiliyor.
Türkiye’nin paradigması korkularla evriliyor ve yaşam, dönemine göre egemen olanı korkutan her neyse onunla ‘varoluşsal’ bir mücadeleye giriyor. Bu yaşantıda herhangi bir resmi kurum yöneticisi ya da çalışanı kendisini devletin, otoritenin, egemenin yerine koyabiliyor, vazife bilebiliyor, devletin güvenliğini o kurumda ‘kendince’ tesis edici bir çabaya girebiliyor.
Sınavlı ya da sınavsız atama ile bir kuruma yönetici olmuş ya da çalışanı olmuş bir birey kendini atayanlara sanki o kurumda devleti koruyan; devleti tehdit edenlere karşı bir bariyer, bir süzgeç, bir turnusol kağıdı işlevi gören pozisyonda olduğunu ispatlamak ve bunu sürdürmek isteyebilir. Korkudan beslenen bir sistemde bu ispat kendi yerini de korumayı getirebilir. Böylece hukuk, insaf sınırları belirsizleşmeye başlayabilir.
İllegal, yıkıcı, terörist yapılarla bağı olan kişiler tespit edildiğinde devletin yasaları devreye girer. Kişinin suç bağları tespit edilemediğinde ise kendilerini devletin o kurumdaki tezahürü olarak görenler ‘şüphelendikleri’ çalışanın işte kalmasını, kariyer basamaklarında yükselişini engelleyemiyorsa eğer, bu kez hak ettiği pozisyonu almasını engelleyebiliyor, alanı dışında görevlendirme yapabiliyor, pasifleştirebiliyor, mobbing uygulayabiliyor.
Her kurumu etkileyen bu cüretkar sistemden üniversiteleri koruyabildik mi? Akademisyenler sadece araştırma yapmaz, sadece lisans ve lisansüstü dersler vermez. Akademisyen, alanda başarılı olacak potansiyele sahip öğrenciyi ve liyakat sahibi araştırmacıyı fark edendir, arayıp bulandır ve alanda kalması için elinden geleni yapandır.
Lisansüstü tezlerde ve özellikle doktora sürecinde öğrenciye tezin tüm sorumluluğu sürekli anımsatılır. Tezde ve yayınlarda yapacağı herhangi bir gizli ihlalden, veri değiştirmekten uzak durması, durmazsa o ihlalin doktora sonrasında peşini bırakmayacağı belirtilir. Tez danışmanı ve tezi izleyen jüri bu titizliği hem öğrenci hem kendi isimleri için sürdürür. Hangi dergide yayın yaparsa yapsın, hangi kongrede sunarsa sunsun her bir verinin kanıtlanabilir olması şartı vurgulanır. Akademide kalsa da kalmasa da lisans ve lisansüstü mezunu öğrencinin yaşantısı boyunca kendisi ve başkaları için vereceği kararlarda da dikkatli olması beklenir. Öğretim üyesi olduktan sonra bir jüride yer aldığında konuyu titizlikle incelemesi ve kararlarını bilimsel ve etik kurallara göre vermesi istenir.
Böylece tek başına karar vereceği herhangi bir konuda ya da jüri üyesi olarak katılacağı soruşturma, görüş bildirme, bilirkişi, lisansüstü tez, akademik atama ve yükselme süreçlerinde kriterlere ve etik ilkelere uygun, insan onurunu incitmeyen kararlar verebilir. Eğer bir bilim insanı bunları ve dahasını içselleştirememişse ya da baskılarla baş edecek, geri çekilecek gücü yoksa birgün mutlaka farklı sorunlara yol açacak kararlar verebilir.
Doktora öğrenimini Hacettepe Üniversitesi’nde tamamlamış, TÜBİTAK bursu ile Amerika’da bir yıl doktora sonrası araştırma yapmış ve ODTÜ’de kısa dönem araştırmacı olarak çalışmış biri olarak şunu belirtebilirim: doktora öğrenimini tamamlamış herhangi bir bilim insanı alanında titizdir. Doktora derecesine sahip bireylerin kendi meslek alanında verdiği ya da ortak olduğu kararları dünya çapında güvenilir ve geçerli kılan da budur.
Lisansüstü programların her aşamasının, çoğu üniversitede aşırı ciddiye alınmasının ve tolerans eşiğinin düşük tutulmasının nedeni bilim tarihinin ve felsefesinin günümüzde geçerli metodolojisi ve etiğinin korunmasıdır yani bilim insanında zaten varolan bir yaşantının lisansüstü öğrencilerine devredilmesidir, devralmayı hak etmeyenin elinden o şansın alınmasıdır.
Dicle Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi eski dekanı Prof. Dr. Halil Hoşgören, liyakate dayalı akademisyen tercihini kendi anabilim dalının dışına da taşıma olanağı buldu, aldığı inisiyatifle oldukça başarılıydı ve dekanlık döneminde liyakatli bir grup daha Dicle Üniversitesi’ne dahil oldu. Hoşgören’in öğretim üyesi olmam için beni davet eden o heyecanı benim de Dicle Üniversite’sine yönümü çevirişimde etkili oldu.
Ancak özellikle 2010’lardan sonra Dicle Üniversitesi’nde karanlık ve boğucu günler başladı. Onlardan olmayana çoğunlukla kadro, araştırma olanağı verilmedi, alanımız gereği mesleki tekliflerimiz yanıtsız bırakıldı. Her alandaki baskı ve yıldırmayı öğretim elemanları bireysel karşıladı. Örneğin bir bölümde yönetimin kararlarına itiraz eden 5 akademisyen varsa, bir tek ilanla o bölüme 6 akademisyen alınıp hakimiyet sağlandı. Mobbingler ve görevde yükselen akademik ve idari personelin de başvurabileceği kadro ilanları verilmediği için çoğu personel üniversiteden ayrıldı, yalnızlaştı ya da içine kapandı.
Dicle Üniversitesi’nde bazı akademisyenler o dönem kadrosunu elde edemedi. Burada bahsedilen, anlatılmak istenen atanmama kaynaklı oluşan maddi kayıp mağduriyeti ya da psikolojik zorlanma değildir. Başvurabileceği doçentlik ya da profesörlük kadrosunu ilanlarda göremeyen akademisyenlerin aile içinde ve tüm ailenin çevreyle ilişkisinde hissettiği, hissettirilen duyguya ek olarak, akademik çevre içinde yaşadığı zorlanım ve tüm bunların neden olduğu tahribat, akademik tarihin bir başka konusudur.
Aslında o dönemlerde kadro sorunu yaşayan onlarca üniversitemiz personeli için o süreçleri anlatan bir yazıyı yıllar önce yazacaktım. Birkaç hocamıza bunu anlatınca, rektörlük bir sonraki ilanda beklenen kadrolara yer verecekse eğer yazımın buna engel olabileceği ve kadro bekleyenlerce de ilan edilmeyecek kadrolardan sorumlu tutulabileceğim ifade edildi. Evet, yazmamı destekleyici değil de beni de engelleyicilerden biri durumuna düşürecek bu yaklaşımın o süreçte beni durdurmasından halen rahatsızlık duyuyorum.
Akademisyenler hak ettikleri kadroların ilan edilmemesinin nedenini öğrenmek istediklerinde yıllarca yanıt alamadı. Bölüm başkanlığı, dekanlık, rektörlük dışında YÖK ve diğer üniversiteler ile iktidar ve muhalefete de sorunlarımız taşındı, tartışıldı. Kadro ilanında kendisine uygun pozisyonu bulamayan öğretim üyesine rektörlük YÖK’ü sorumlu gösterirken, YÖK ise ‘ilgimiz yok’ yanıtını veriyordu. Ancak son atanan rektörümüzle bu durum değişti, çoğu alanda süren ve ağırlaşmış problemler giderilmeye çalışılıyor ve geciktirilmiş kadrolara ancak özellikle birçok doçentlik ve profesörlük kadrolarına atamalar yapıldı, yapılmaya da devam ediliyor. O dönemlerde ilanlarda kendilerinin de baş vurabileceği kadroları bulamayan ve bunun sıkıntısını yaşayan hocalarımız yıllar sonra atandı, halen de araştırma yapıyor, ders veriyor, üretiyor yani olağan akademik yaşantısına devam ediyor.
Eylül 2020 tarihinden beri üniversitemiz yaklaşık 68 profesör ve 109 doçent kadrosu için ilan verdi. Üniversitemizde Edebiyat Fakültesi’nde dört yıl önce doçentlik unvanı almış ve Fen Fakültesi’nde ise dört yıldır profesörlük unvanı hakkı kazanmış iki hocamızın da başvurabileceği kadrolar umarım yakında ilan edilir.
Öğrencisi, akademisyeni, idari personeli yani üniversitenin her bir bileşeni liyakatin esas olduğunu, çalışanın kazanacağını, kadro için eşit, açık ve adil koşullarda yarışabileceğini, hak ettiği için kariyer basamaklarında doğallıkla yükseleceğini ve yükseldiği kadrosunu da almanın bir özlük hakkı olduğunu bilmek ve buna güvenmek zorundadır. Bu sağlandığında ancak, henüz yüksek lisans öğrencisiyken hocam Prof. Dr. Zeki Tez’den işittiğim ‘Bilimin önünde hiçbir şey duramaz!’ sözü hayata geçebilir.
Dicle Üniversitesi bölge ile sadece sağlık, tarım, hayvancılık, eğitim gibi birçok alanda bilgi ve birikimini paylaşmakla kalmıyor kültürel ve sosyal olarak da önemli çalışmalar yapıyor. Örneğin danışmanlığını yaptığım öğrenci topluluğu olan Dicle Üniversitesi Kolektif Tiyatro Atölyesi (DÜKTA), Gogol’ün ‘Poz’ isimli oyununu Dicle ve Şırnak Üniversiteleri işbirliği ile Şırnak’ta da Kürdce sahneledi. Bu ve sayısız çalışma ile üniversitemiz bölgemizin kültürel ve kimlik özelliklerini de normalleştirici, güçlendirici, toplumsal barışı ve güveni pekiştirici girişimlerde bulunuyor.
Dicle Üniversitesi geleneği olan, yeniden inşa etmeye çalıştığı iç demokrasisiyle şeffaf, katılımcı, öğrencisinin kulüp çalışmalarına verdiği maddi ve manevi destekle bireyselleşmesine, sivilleşmesine ve sosyalleşmesine olanak sağlayan, lisans ve lisansüstü öğrenci yetiştirme kapasitesinin güçlendiği, olanakları ölçüsünde personelini destekleyen bir üniversitedir.
Devraldığımız, bizim de korumaya ve katkıda bulunmaya çalıştığımız değerlerin verdiği özgüvenle akademik ve kurumsal kimliğimizi güçlendirmeye devam ediyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.