Arslan ÖZDEMİR

Arslan ÖZDEMİR

Barış ve demokratik toplum çağrısının sosyolojik analizi

Barış ve demokratik toplum çağrısının sosyolojik analizi

“Barış, sadece silahların susması değil, halkların birbirini anlaması ve kucaklamasıdır.”

9 Temmuz 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum çağrısı, 27 Şubat 2025’te sunulan bildirgenin devamı niteliğindedir. Bu çağrı yalnızca politik bir yön değişikliği değil, aynı zamanda toplumsal yapının köklü bir dönüşümünü hedefleyen kapsamlı bir sosyolojik yeniden yapılanma teklifidir. Tarih boyunca toplumlar çatışmalarla şekillenmiş; ancak her defasında barış umutlarıyla yeniden inşa edilmiştir. Bu çağrı, ulusal kurtuluş paradigmasından demokratik toplum idealine geçişi savunarak, şiddeti değil siyaseti, çatışmayı değil barışı esas alan yeni bir toplumsal sözleşme önerisi sunmaktadır.

En dikkat çekici yönlerinden biri, ulus-devlet merkezli mücadele anlayışının terk edilerek demokratik toplum eksenli bir yaşam modelinin benimsenmesidir. Sosyolojik açıdan bu durum, Max Weber’in meşruiyet kavramı bağlamında değerlendirildiğinde, otoritenin kaynağının devletten topluma kaydırılması anlamına gelir. Modernitenin dayattığı ulus-devlet yapısı, homojenleştirici bir işlev görmüş; etnik, kültürel ve inançsal çeşitliliği tehdit eden baskıcı bir çerçeveye dönüşmüştür. Buna karşılık demokratik konfederalizm modeli, toplumsal çoğulluğu esas alarak kimlikler arasında adil bir denge kurmayı ve yerel özyönetim mekanizmalarıyla katılımcı siyaseti teşvik etmeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede yapılan çağrı, günümüzün küresel demokratikleşme talepleriyle yüksek ölçüde örtüşmektedir.

Silahlı mücadelenin sonlandırılması yönündeki irade, yalnızca politik düzeyde bir karar olmaktan öte, sosyo-psikolojik bir iyileşme sürecini de başlatma hedefi taşımaktadır. Süregelen şiddet ortamı, bireylerde ve toplumsal hafızada korku, güvensizlik ve öfke gibi yıkıcı duyguların kalıcılaşmasına yol açmaktadır. Oysa barışçıl yöntemlerin benimsenmesi, yalnızca çatışmasızlık değil; aynı zamanda karşılıklı güvenin yeniden inşası anlamına gelir. Johan Galtung’un “negatif barış” kavramı, sadece fiziksel çatışmaların son bulması değil, yapısal şiddetin ortadan kaldırılması gerektiğine vurgu yapar. Bu bağlamda yapılan çağrı, milliyetçi, cinsiyetçi, merkeziyetçi ve devlet merkezli sistemlerin ürettiği yapısal şiddeti aşmaya yönelik güçlü bir siyasal duruş sunmaktadır. Bu yalnızca belirli bir halk için değil, tüm toplum kesimlerinin özgürlük ve eşitlik taleplerini kapsayan bir demokratikleşme hedefidir.

Kapitalist modernitenin bireyi yalnızlaştıran, piyasayı kutsallaştıran ve ahlaki bağları çözülmeye uğratan yapısına karşılık olarak öne sürülen “Demokratik Modernite” kavramı, etik-politik ilkeler üzerine kurulu yeni bir toplumsal düzeni savunmaktadır. Bu yaklaşım, Karl Polanyi’nin “Gömülü Ekonomi” anlayışıyla benzerlik göstermekte; ekonomik ilişkilerin toplumdan ve kültürel normlardan bağımsız düşünülemeyeceğini ileri sürmektedir. Bu yeni anlayış, hukuki ve siyasal yapılarda da dönüşüm öngörmekte; komisyon temelli, katılımcı ve toplum merkezli meclis sistemlerini gündeme getirmektedir. Böylece birey, devlet karşısında yalnızlaştırılan bir varlık olmaktan çıkarılarak toplumsal ilişkiler içinde güçlenen, katılımcı bir özne konumuna yükseltilmektedir.

Özgürlüğün bireysel değil, toplumsal bağlamda kavranması gerektiği yönündeki yaklaşım, klasik liberal bireycilikten uzaklaşıp kolektif özgürlük anlayışını öne çıkarır. Komünalist bir perspektiften şekillenen bu görüş, bireyin özgürlüğünü toplumun özgürlük düzeyiyle ilişkilendirir. Bu doğrultuda kadın özgürlüğü, çevresel duyarlılık ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi güncel sosyolojik taleplerle de uyum içindedir. Özgürlük kavramı bu yaklaşımla yalnızca bireysel haklarla sınırlı kalmaz; kolektif hakları, ortak yaşamı ve toplumsal sorumluluğu da kapsar.

Silahlı mücadeleden demokratik siyasete geçiş süreci, sosyolojik anlamda bir “kurumsal dönüşüm” süreci olarak ele alınmalıdır. Güney Afrika’da ve Kolombiya’da yaşanan örneklerde görüldüğü gibi, bu tür dönüşümler toplumun geniş kesimlerinin aktif katılımıyla ve güven ilişkilerinin yeniden kurulmasıyla başarılı olabilir. Çağrıda öne çıkan “pozitif entegrasyon” vurgusu, ötelenmiş, dışlanmış ve kriminalize edilmiş toplumsal kesimlerin yeniden siyasal ve sosyal düzene dahil edilmesi gerekliliğine işaret etmektedir. Bu da barışın yalnızca devletlerarası ya da örgütler arası bir mesele değil; halklar arası, gündelik yaşamı kuşatan çok boyutlu bir toplumsallaşma süreci olduğunu ortaya koyar.

Çağrı, dar bir politik manevra ya da geçici bir yön değişikliği olmaktan ziyade; tarihsel, felsefi ve sosyolojik bir paradigma değişimini temsil etmektedir. Bu yönüyle yalnızca bir hareketin stratejik dönüşümünü değil; yapısal krizlerle boğuşan bir toplumun, eşitsizlik ve kimlik çatışmalarıyla örülmüş sorunlarına kapsamlı bir çözüm arayışını yansıtır. Demokratik, çoğulcu ve barışçıl toplum modeli, kapitalist modernitenin bireyi soyutlayan, devleti mutlaklaştıran ve toplumsal dokuyu tahrip eden doğasına karşı güçlü bir eleştiridir.

Bu vizyon, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesini yalnızca etnik temelli bir hak arayışına indirgemeden, onu evrensel bir toplumsal adalet mücadelesinin parçası haline getirir. Aynı zamanda Türkiye’nin çok kimlikli, çok kültürlü yapısına uygun bir demokratik gelecek tahayyül eder. Ortadoğu’nun derinleşen kriz ortamında, halkların birlikte yaşama olanaklarını güçlendirecek etik-politik bir zemin sunar. Sosyolojik perspektif, barışın yalnızca silahların susmasıyla değil; adaletin sağlanması, eşit yurttaşlık hakkının tanınması ve siyasal katılımın kurumsallaşmasıyla mümkün olabileceğini bize öğretir.

Bu bağlamda, söz konusu çağrı yalnızca Kürt sorununun değil; Türkiye’nin genel demokratikleşme sorununun da çözümüne dönük kapsamlı bir yol haritası niteliği taşımaktadır. Bu nedenle çağrı; eleştirilerek, tartışılarak ve toplumsal düzeyde sahiplenilerek değerlendirilmelidir. Çünkü barış, yalnızca imzalanmış bir anlaşma değil; onu hayata geçirecek toplumsal irade, siyasal cesaret ve ahlaki sorumlulukla mümkündür. Bu anlamda yapılan çağrı, bu üç temel öğeyi bir araya getiren etik-politik bir program olarak, demokratik bir toplumun inşasında güçlü bir başlangıç noktası olabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arslan ÖZDEMİR Arşivi