İnsan duygusal bir canlı olarak acı ve tatlı olarak ifade edebileceğimiz durumlar karşısında doğal olarak tepkiler verir. Beyin ani uyaranlara etki-tepki sonucu ciddi reaksiyonlar gösterebiliyor.6 Şubatta gerçekleşen büyük depremlerde ağır travmatik durumlar yaşadık ve etkisi devam etmektedir. Tabi ilk şokun etkisiyle korku, güvenlik kaygısıyla yaşanabilecekler film şeridi gibi adeta bir korku filminin fragmanı gibi hızlıca, telaşla yüksek adrenalinle zihnimizden geçti. Fragmanda biz, sevdiklerimiz ve hayatın tüm kareleri deprem hızında geçti. Kimimiz kurtuldu, kimimiz yaşamını yitirdi. Ne yazık ki en acısı ihmaller sonucu enkazlar da uzun süre kalarak trajik bir şekilde can veren insanlarımız oldu.
Yaşam seksen saniyelik bir zaman aralığında gidip geldi. Tüm yaşanmışlıklar ve yaşanabilecekler tarih oldu. Günlük yaşamın getirdiği kaygılar, korkular, sevinçler ve hayata dair ne varsa saniyelerle değer buldu. Varlık ile yokluk arasında ince bir çizgide salındık.
Salınan tüm insani duygular, açmazlıklar, ihmaller ve yaşamı paylaşamamanın geride bıraktıkları. Saniyelik bir zamansallıktan ibaret olduğunu anladığımız yaşamın tüm öncül dinamikleri ile artçıl dinamiklerinin iç içe geçtiği, anlamsızlığın anlamında bir yerde geniş zamanlarda bulduk kendimizi.
Doğal felaketler her ne kadar adı gibi doğal olsa da, insan eliyle yaratılmış felaketlerin niteliğini bağlamlarıyla sorgulamak çok önemlidir. Nitekim bu “can pazarında” süreç, paradoksal olarak bizi her şeyi sorgulamaya sürükledi. Doğa ile beraber yaşayan insanın doğal olan ile olmayan arasındaki nüansları hayatı anlamlı kılmaktadır. Aslında “bir varmışız ile bir yokmuşuz” un ifadesinde neyin doğal neyin doğal olmayan olduğunu irdelemek belki yaşama nispeten de olsa anlam yüklememize imkân sağlayabilir.
Depremde sarsılmak, korkmak, dehşete kapılmak doğal olabilir. Ya doğal olamayan ölümler nasıl anlamlandırılabilir? Çöken bir binanın altında kalarak yaşama veda etmek doğal mıdır? Elbette hayır. Bu durumu sadece kadere bağlamak doğru mudur? Yine hayır. Bilimin, tedbirin ve insanı merkeze alan yaklaşımların esas alınması gerektiği bir durumda, tersini yapmak, olan biteni bilinmezliğe havale etmek, gerçeklerden ve sorumluluklardan kaçmak anlamına gelir. İnsanların yaşadığı tarifsiz acılara yol açan nedenleri kelimelerle ifade etmek her ne kadar bizi öfke nöbetlerine sürüklese de yaşananları kelimenin tek manasıyla kıyım, dehşet, felaket ve hatta insanlık dışı olarak nitelendirebiliriz.
Deprem bir sonuç, depremde ölüm, neden-sonuç ilişkisiyle izah edilebilir belki ama bu neden, ucuz hayat hesapları üzerine kurulmuşsa eğer, olan biteni bu anlamda kabul etmek mümkün değildir. Bir insanın ölümü bir başkasının yaratmış olduğu akıl ve ahlak dışı düzenden kaynaklı olmamalıdır.
Bizler uzun süre travma sonrası stres bozukluğuyla “normalleşme” çabası içinde olmaya çalışacağız gerçekleşebilecek yeni “felaketlerin” eşiğinde. Tüm mesele olan biteni akıl, vicdan ve toplumsal fayda açısından yeniden değerlendirmek ve zamansız ölümlere yol açan durumları insanlar varken engelleme çabası, mücadelesi içine topyekûn olarak girebilmektir. Herkesin insanca yaşayabileceği bir düzen kurmak mümkün. Tüm insani değerleri harmanlayabileceğimiz adil bir zihniyet yapısıyla, kararlı ve sabırlı bir şekilde davranarak yeni bir yaşam inşa edebiliriz.
Ülkemiz deprem kuşağında ve bu durumla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. “Ucuz hesaplar” üzerine kurulu bir hayatın reddi gerek. Birileri kazanacak diye hiç kimse bedel ödememelidir. Bir ülkenin niteliğine bakmak istiyorsanız o ülkede insanların nasıl öldüklerine bakın der düşünür. Her insanın onurluca yaşama hakkı vardır. İnsanca yaşam koşullarının sağlanması gelişmiş ülke olmanın gereğidir. Bu durumun sağlanmasından birinci dereceden sorumlu olanlar, ülkeyi yönetenler ve yönetim sistemidir.