14 Yıl Yaşayabildi: Şiddetin ve Sessizliğin Kurbanı
“O, 14 yaşındaydı; çocuktu, suskundu, savunmasızdı… Ama biz sustukça, onu değil, insanlığımızı kaybederiz.”
Diyarbakır’ın Dicle ilçesinde 14 yaşındaki bir kız çocuğunun, uğradığı şiddet sonucu hastaneye kaldırıldıktan sonra hayatını kaybetmesi ve 16 yaşındaki ağabeyinin tutuklanması, Türkiye’de çocukların maruz kaldığı yapısal şiddeti bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bu olay, münferit bir vaka olarak değerlendirilemez. Tam tersine, ataerkil kültürün, aile içi şiddetin, devletin koruyucu mekanizmalarının yetersizliğinin ve toplumsal sessizliğin bir kesişim noktasında durmaktadır.
Çocukluk, modern toplumlarda korunması gereken bir evre olarak tanımlansa da, Türkiye'nin birçok bölgesinde çocuklar hâlâ emek, şiddet, sorumluluk ve istismar yükü altında yaşamaktadır. Özellikle ataerkil yapının baskın olduğu toplumsal örgütlenmelerde, çocuklar birey olarak değil, ailenin birer uzantısı, itaatkâr birer unsur olarak görülmektedir. Bu bakış açısı, şiddeti bir disiplin yöntemi olarak meşrulaştırmakta ve çocukların kendi varlıklarını ifade etmelerini engellemektedir.
Olayda 14 yaşındaki kız çocuğunun şiddete uğraması ve failin 16 yaşındaki kardeşi olması, şiddetin yalnızca yetişkin erkeklerin değil, çocukların da fail konumuna gelebileceğini göstermektedir. Bu durum, Pierre Bourdieu’nün "sembolik şiddet" kavramıyla açıklanabilir: Toplumda öğrenilen ve içselleştirilen güç ilişkileri, çocuklar arasında da yeniden üretilmektedir. Ağabeyin uyguladığı şiddet, toplumsal cinsiyet rollerinin ve aile içindeki iktidar ilişkilerinin bir sonucudur.
Çocuğu koruma sorumluluğu yalnızca aileye değil, devlete de aittir. Ancak birçok kırsal bölgede, devletin koruyucu mekanizmaları etkili işlememekte, rehberlik hizmetleri, sosyal hizmet uzmanları, çocuk izleme merkezleri gibi yapılar ya yoktur ya da yetersizdir. Bu eksiklik, çocukların yaşadığı ihlallerin görünmez kalmasına neden olmaktadır.
Türkiye'de çocuk koruma sistemi çoğu zaman “müdahale sonrası” çalışmaktadır. Oysa sosyal devlet anlayışı, önleyici ve kapsayıcı politikaları öncelemelidir. Michel Foucault’nun “biyopolitika” kavramıyla ifade ettiği gibi, devletin bedenler üzerindeki iktidarı koruma, izleme ve müdahale etme yoluyla işler. Ancak bu olayda olduğu gibi, devletin bazı bedensel yaşamlara ulaşmaması ya da ulaşmamakta ısrar etmesi, bu hayatların değersizleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Bu tür olaylarda sıkça karşılaşılan bir başka durum da toplumun sessizliğidir. Şiddetin varlığı bilinir; ancak konuşulmaz. Bu sessizlik, bir yandan korkunun, diğer yandan ise kültürel meşruiyetin sonucudur. “Aile meselelerine karışılmaz” anlayışı, şiddetin mahremiyet perdesi arkasında saklanmasına neden olur.
Emile Durkheim, toplumsal bütünlüğün sürdürülebilmesi için kolektif vicdanın varlığını vurgular. Ancak bazı toplumsal gruplarda, kolektif vicdan, çocukların yaşam hakkı gibi temel değerleri koruyacak kadar güçlü değildir. Bu da ahlaki çöküntünün ve normatif çözülmenin göstergesidir.
Fail olarak tutuklanan 16 yaşındaki çocuk, hukuki anlamda suçlu kabul edilse bile, sosyolojik açıdan o da bir kurbandır. Şiddet döngüsü içinde büyüyen çocuklar, öğrendikleri davranış kalıplarını uygulamaya başlar. Böylece şiddet yalnızca mağdurda değil, failde de iz bırakır. Bu bağlamda, çocukların failliği aynı zamanda sistemin mağduru oluşlarının da bir göstergesidir. Erving Goffman’ın “damga” teorisine göre, bu çocuk bir kez damgalandıktan sonra toplumsal dışlanmaya maruz kalacaktır. Oysa ihtiyaç duyduğu şey cezalandırılmak değil, rehabilitasyon ve sosyal destek sistemidir.
Bu olay, yalnızca bir cinayet davası olarak ele alınmamalı; yapısal bir sorun olarak değerlendirilmelidir. Aile içi şiddetin önlenmesi, çocukların korunması ve toplumsal farkındalığın artırılması için aşağıdaki adımlar hayati önemdedir:
Her okula psikolojik danışman, sosyal hizmet uzmanı ve çocuk gelişimcisi atanmalıdır.
Aile temelli müdahale programları geliştirilerek çocukların ev içi riskleri azaltılmalıdır.
Kırsal bölgelerde çocuk koruma merkezleri kurulmalı, şiddet vakaları erken tespit edilmelidir.
Toplumsal cinsiyet rolleri, okullarda sistemli bir biçimde ele alınmalı ve dönüştürülmelidir.
Medya ve yerel yönetimler, çocuk hakları konusunda bilinçlendirme kampanyaları yürütmelidir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.