Diyarbakır'da çeteleşme, şiddet ve kent kimliğinin erozyonu
"Bir şehrin geleceği, sessiz kalınan şiddetin gölgesinde solup gider."
Son dönemde Diyarbakır'da yaşanan gruplar arası silahlı çatışmalar, hem can kayıplarına hem de kadim bir kentin sosyal dokusunda ciddi tahribatlara yol açmaktadır. Bu çatışmaların ardında yatan nedenler genellikle uyuşturucu ticareti, haraç alma, yeraltı dünyası ilişkileri ve çeteler arası güç mücadelesi gibi karanlık dinamiklere dayanmaktadır. Ancak bu olayları yalnızca suç ve güvenlik perspektifinden değil, aynı zamanda sosyolojik bağlamda da analiz etmek gerekmektedir.
Toplumsal düzenin en temel dayanaklarından biri olan güvenlik, devletin asli görevlerinden biridir. Ancak özellikle sosyoekonomik olarak dezavantajlı mahallelerde, devletin yeterince güçlü bir şekilde varlık gösterememesi, alternatif otoritelerin – yani çetelerin – ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu alanlarda gençler, devletin sunduğu eğitim, istihdam ve sosyal destek sistemlerinden yeterince faydalanamadıkları için, aidiyet ve güç arayışlarını gayri resmi yapılarda bulurlar. Şiddet, bu yapıların hem kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen hem de topluma korku salarak meşruiyet kazanmaya çalışan bir aracı haline gelir.
Diyarbakır gibi tarihsel olarak hem siyasal hem de ekonomik kırılmalar yaşamış şehirlerde, yoksulluk ile suç arasında doğrudan bir ilişki kurmak indirgemeci olabilir. Ancak uzun vadeli işsizlik, sosyal dışlanma ve gelecek perspektifi eksikliği, gençleri suça ve şiddete daha açık hâle getirir. Özellikle kent çeperlerinde yaşayan gençler için çeteleşme, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sembolik bir tatmin de sağlar. Aidiyet, güç, saygı görme ve “var olma” hissi, devletin sağlayamadığı alanlarda bu yapılar aracılığıyla edinilir.
Diyarbakır, Mezopotamya'nın kalbinde yer alan, binlerce yıllık tarihiyle kadim bir medeniyetin taşıyıcısı olan bir kenttir. Ancak son yıllarda artan şiddet olayları, bu kültürel mirası gölgelemekte, kenti dış dünyaya yalnızca “güvensiz” ve “tehlikeli” bir alan olarak sunmaktadır. Bu algı, sadece turizmi veya yatırımı değil, aynı zamanda kente duyulan aidiyet hissini de zayıflatmaktadır. Oysa kentler, yalnızca binalardan değil, biriktirdikleri tarih, kültür ve sosyal dokudan oluşur. Diyarbakır’da çeteleşmenin artması, bu dokuyu tahrip eden bir süreçtir.
En tehlikeli toplumsal kırılmalardan biri, şiddetin normalleşmesidir. Her gün duyulan silah seslerine karşı duyarsızlaşmak, toplumu pasifleştirir ve hukuksuz yapıları olağanlaştırır. Bu da suç örgütlerinin daha görünür ve pervasız hareket etmesine zemin hazırlar. Sivil toplumun, yerel yönetimlerin ve kanaat önderlerinin bu konuda daha aktif ve örgütlü bir refleks göstermesi gerekmektedir. Aksi takdirde, korkunun hüküm sürdüğü bir kamusal alan yaratılır ve kamusal yaşam çöküşe sürüklenir.
Bu mesele yalnızca güvenlik politikalarıyla çözülebilecek bir sorun değildir. Sosyal politikalar, gençlik merkezleri, eğitim destekleri, meslek kursları, bağımlılıkla mücadele programları, spor ve sanat projeleri gibi kapsayıcı yaklaşımlar, gençlerin çetelere yönelmesini engelleyen uzun vadeli çözümlerdir. Ayrıca kentte yaşayan herkesin ortak bir “Diyarbakır aidiyeti” hissiyle hareket etmesi, bu şehirde barış ve güven içinde yaşamanın ortak sorumluluk olduğunu kabul etmesi gerekir.
Diyarbakır’daki silahlı çatışmalar sadece anlık güvenlik sorunları değil; toplumsal yapının, devletin, kültürün ve bireyin iç içe geçmiş sorunlarının dışa vurumudur. Şiddetin gölgesinde kaybolan bu kadim kenti tekrar barış, kültür ve tarih ile özdeş hale getirebilmek için kapsamlı, bütüncül ve kararlı bir sosyal dönüşüme ihtiyaç vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.