Barış ve demokratik toplum manifestosu 2
Barış ve Demokratik Toplum Manifestosunu tartışmaya, açımlamaya devam ediyoruz. Öcalan yeni manifestoda üstündeki 30 yıllık yükleri atarken, bana göre ulus, ulusal kurtuluşçuluk, UKKTH konusunda da yeni bir pencere açıyor. Ve bu önemli konuda yeni bir bakış şarttı. Çünkü bu konuda öne sürülen tezler 20.yy'ın tezleriydi. Kürt ulusal hareketi tarihsel bakımdan geç kalmış bir harekettir. Ulusal kurtuluş hareketleri bakımından 1900'lerden sonra gelmiş olmak, dünyada ulusların gelişimi ve dünya dengeleri bakımından geç gelmenin dezavantajlarını yaşamak demektir. Devrimci ve demokratik bir ulus yerine, bürokratik, otoriter bir ulusçuluk ve ulus devlet anlayışına dayanmak demektir. Geç gelmiş olan ulusal kurtuluş hareketleri Jean Jacques Rousseau'lara, aydınlanmacılara değil; Leninizm ve Stalinizmin katı programına dayanıyordu. Bu yüzden daha baştan baskıcı, bürokratik, tekçi, Bonapartist özellikler taşıdılar. Hiçbirinde demokrasi yoktur, bürokratik bir inşadır, bir parti, ulusa ve devlete egemendir. Bu da kendi içinde gericilermiş, yozlaşmış, bürokratik çarpılmaya uğramış bir parti-ulus sistemine dönüşmek demektir. Kürt ulusal hareketi de 20.yy'ın son çeyreğinde doğmuş, 20.yy'ın bütün özelliklerine sahip oldu. Fakat esas olarak 21.yy'ın tarihsel toplumsal meseleleri ve gerçekleriyle meşgul olmak durumunda kalmıştır. Bu Onun talihsizliğidir ve 1990'lardan sonra içine girdiği ideolojik krizi aşamamasının gerçek sebebidir. Bana öyle geliyor ki Öcalan bu "geç gelmiş olma" gerçeğinin ve dezavantajlarının farkındadır ve yeni manifestoyla bu dezavantajları bertaraf etme çabasındadır. Yeni manifestoyu ilk manifestodan ayıran temel yönlerinden biri bence budur. Yani Öcalan bu manifestoda dünyaya Kürdistan'dan değil, Kürdistan'a dünyadan bakıyor. Çağımızı Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, Kürdistan'ın kurtuluşunu evrensel tarih içindeki yeri bakımından ele alıyor. Yeni manifesto özellikle Kürtler tarafından bir de bu açıdan okunursa daha iyi anlaşılabilir.
Öcalan geç gelmiş olmanın dezavantajlarını ideolojik olarak manifestoda iki düzlemde bertaraf etmeye çalışıyor:
1- Ulus, ulusal kurtuluş/kuruluş, UKKTH üzerinden. Gerek önceki kitapları, gerek 27 Şubat bildirisi gerekse de manifesto incelendiğinde Öcalan'ın ulus ve ulus etrafındaki konulara yeni bir bakış getirdiğini söylemek mümkün. Salt bir dile, dine, etnisiteye, ve tarihe dayanmayan bir ulus yaklaşımına geçiş diyebiliriz buna. Öcalan buna demokratik ulus diyor. Ulusu bürokratik, kaynaşmış, sınıfsız, militer ve baskıcı olmayan; her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün bulunduğu, çoklu kimliklerin birlikte yaşadığı, insan hakları ve kolektif haklara dayanan bir yapı olarak ortaya koyuyor. Bu bakımdan Öcalan Kürdistan'da yaşayan her grubu, her kabileyi, azınlığı ve kimliği Kürdistani olarak görüyor. Dolayısıyla UKKTH ilkesine de yeni bir bakış getiriyor. Kendi kaderini tayin hakkını veya kendini yönetme hakkını büyük bir ulus olma şartına bağlamıyor. Her kimlik grubunun, her bölgenin, her mahallenin kendini yönetme hakkına sahip olduğu veya kendi özgür iradeleriyle birleştikleri bir demokratik toplum perspektifine işaret ediyor. Elbette bu perspektif Kürtler'in ulusal haklarını dışlamıyor. Bu şu demektir: Kürt halkı egemenliği altında bulunduğu devletlerde ulusal hedeflerine ulaşabilmek için "daha fazlası" için mücadele etmelidir. Daha fazlasını içeren bir toplumsal politik program yani. Bu politik program kısa vadede şunu içeriyor taktik olarak: dünyada ve Ortadoğu'da artık kabul görmüş Kürt kimliği sorununu değil, egemen ulus kimlikler -Türk , Arap, Fars- etrafında oluşan sorunu çözmek. Şöyle de denilebilir: Kürt kimliğine bir statü kazandırmak için, örneğin Türkiye'de Türklüğün baskın ve avantajlı statüsünün yok edilmesini içeren bir strateji. Bana göre bu yaklaşım Türkiye'deki sol hareketler ve Kürt siyasi hareketi için oldukça yenidir ve geniş şekilde tartışılmayı hak ediyor.
Kabul edelim ki bu kadar mücadele birikimine rağmen, bugün bağımsız bir Kürt devleti programı ne Kürtlerin çoğunluğu tarafından, ne Kürt sermayesi tarafından, nede Kürdistan'daki azınlıklar tarafından gerçek manada desteklenmeyecektir. Dolayısıyla Kürtlerin ulusal haklarını elde etmek için Kürt siyasi hareketinin "daha fazla bir şey için" mücadeleyi işaret eden bir demokratik ulus programı ortaya koymak durumundadır. Yıllardır süren bu pata durumu eski politik programlarla aşılamaz. Geniş toplum kesimleri ancak böyle bir programla mücadeleye dahil edilebilir. Böyle bir program tekçi ezen ulus paradigmalarını Kürdistan'da yırtacağı gibi, bürokratik devlet aracını da parçalama potansiyeli taşıyor.
Öcalan'ın ortaya koyduğu ikinci düzlem ise birincisine paralel olarak devlet aygıtına dönüktür. Öcalan, mevcut devleti yıkan değil; onu demokrasi yoluyla dönüştüren, dönüştürürken de mevcut kapitalist mülkiyetin sonlandırılmasını değil, kapitalist tekellerin boğulmasını hedefliyor. Yok etmek değil, etkisizleştirmek. Tam da burada komün ve komünalist hareket perspektifi var. Ki aslında komün Öcalan ve Kürt hareketi için yeni değildir. Burada şunu söylemek şart: Öcalan devlet - komün ikilemini ortaya koyarken, herşeyin teorisini bulduğunu iddia etmediği gibi, diğer bütün çelişkileri devlet- komün ikileminin içinde silikleştirmiyor. Komün toplumsal varlığın temelidir. Komün mücadelenin dayanağını bulacağı bir sosyal köktür. Komün yeni mücadelenin ana rahmidir. Komünün rolü devleti geriletme, zayıflatma ve toplumu güçlendirmedir. Mücadele toplumun bu rahmine yerleşmeyi başarırsa, devlet tarafından kazınması imkansız olur. Ve tarihte komün ile devlet aynı zamanda ve aynı toplumda var olmuştur ve olabilir. Tabanda gelişen komünler, demokrasi güçleri, demokratik toplum bileşenlerinin gelişmesi ile tekçi otoriter kapitalist devlet aygıtının etki alanı küçültülebilir. Bana göre burada genel olarak bir sorun yoktur. Fakat komün konusunun açıkları vardır ve geniş tartışmalara ihtiyaç vardır. Zira komün yolunun zorluklarının çok olacağı bellidir, devlet ile sürtüşmeli bir yol olacağı aşikardır ve istismara açık çok yönü olacaktır. Öcalan manifestoda komünlerin belediyeler üzerinden geliştirilebileceğini ifade ediyor. Fakat bu sağlam bir temel değildir. Çünkü Türkiye'de artık belediyeler neoliberalizm kapsamında on yıllar önce kamu kurumu olmaktan çıkıp şirkete dönüştü. Bu şirketleşmiş belediyeler taşeronlara ihale ve arsa dağıtarak iş görüyor. Dolayısıyla komünleri belediyeler üzerinden geliştirmek komünleri sermayeye bağlamak ile sonuçlanır. Yine bu kadar gelişmiş üretim ilişkileri içerisinde, büyümüş insan topluluklarının üretim araçları ve düzeyini örgütlemeye komünler yeter mi? Burada görünen o ki Öcalan, üretimin zorunluluğunu, belirleyiciliğini, kapitalist üretim biçimini ve hakimiyet alanını göz ardı ediyor. Meta ve üretim biçimleri analizi yapmadan komün teorisi sağlam ayaklar üzerine oturtulamaz. Çünkü artık üreten toprak değil, zenginliği yaratan da iş değildir. Toprağı ve işi ürettiren sermayedir. Yine aynı şekilde komünler, kendi emek gücü üzerinde tasarrufu olan bireyi yaratacak mı? Kendi emek gücünü meta olarak pazara sokabilecek mi? Bunları tartışmayı ve doğru yanıtlar bulmayı ihmal edersek komünlerin başarılı olma şansı olamaz. Çünkü bir sistemin ekonomi politiği güçlü değilse ayakta kalma şansı yoktur. Unutmayalım ki Fransız Devrimi ekonomisini örgütleyemediği için ölmüştür.
Ulus, UKKTH ve komün konusunu bitirirken şu notu da düşmekte fayda var: Öcalan'ın bu mevzularda ortaya koyduğu tezler Marks ve Engels'in Demokratik Cumhuriyet ve ayrılma hakkı teorisi ile örtüşmektedir. Lenin "Devlet ve İktidar" kitabında Engels'ten alıntılayarak: "1792'den 1798'e kadar, her Fransız ili, her komün tam idari özerkliğe sahipti. Bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor" diyor. Ve Lenin konuya dair şöyle diyor:"Merkeziyetçilik, komünler ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi arzularıyla savunmaları şartıyla, her türlü bürokratizm ve yukarıdan buyurmayı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran bir mahalli idari özerkliği asla bertaraf etmez."
Sonuç olarak yeni manifestoya Tanrıvari hatasızlık ve kusursuzluk iddiası yüklemek ne kadar basit bir yaklaşımsa, Öcalan'ın 27 Şubat bildirisi ve son manifestoda ortaya koyduklarının egemen devlete teslim olmanın teorisi olduğunu söylemek de o kadar ucuz bir okuma olur. Bu iki tutum da Kürt ulusal hareketini ikinci bir geç kalma sürecine taşımak olur. Veya şeyleri sadece görünümleriyle ele almak, bir toplumsal hareketin tarihsel akışını, iç yapısını, anatomisini anlamaktan uzak olmak demektir. Ezcümle, toplum bilimde teorinin laboratuvarı praksis, malzemesi ise insandır. Ve hiçbir teori toplumsal dinamikler ile üretim ilişkileri ve biçimlerinden daha büyük bir güce sahip değildir. Bu bakımdan yeni manifesto da pratiğin sınavına tabi olacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.