Öcalan yeni tezleriyle arayışını sürdürüyor
Tıbbın işi mikropları anlamak değil; hastalıkları besleyen çevresel ve toplumsal etkileri ortaya çıkarmaktır. Antibiyotiklerin toprağa etkisi, böcek ilaçlarının toprağa etkisi gibidir. Bazı yaratıkları öldürürken başkalarına ayaklanma fırsatı verir. Toplumcu siyasetin ve sosyal bilimlerin de işi bir toplumu geride tutan, onun ileri gitmesini sağlayacak devinimleri yapmasını engelleyen hastalıkları teşhis etmek ve doğru çözüm yolları bulmaktır. Aslında Öcalan'ın yapmaya çalıştığı tam da budur. Gerek Marksizme yönelik eleştirileri gerekse de sosyalizme yönelik arayışları karşısında kimi çevrelerin şaha kalkmalarını çok abartmadan geçmek ve Öcalan'ın ortaya koyduğu yeni bakışı anlayıp kendi yolumuza bakmak daha doğrudur. Çünkü bunu yapmazsak esası ıskalamış oluruz. Zira gerçek terliğini giyene kadar söylenti dünyayı dolaşır her zaman. Onun için gerçeğe hızlıca terliklerini giydirmeliyiz. Fakat bunu yaparken Öcalan'ı kadiri mutlak bir teorisyen, bir şablon, herşeyin teorisini bulan bir mesih gibi görmeden yapmalıyız. Böyle görmek Öcalan'ı taşlaştırır, O'nu yaşayan bir tartışma, bir tahayyül olmaktan çıkarır. Öcalan İmralı hapishanesini bir kütüphaneye çevirerek kendi tezlerini geçmişten gelen fikirlerle tartıştırarak geliştiriyor. Ortaya koyduğu tezleri daha da geliştirecektir elbette. Olmuş bitmiş bir teori ve onun mücadele aygıtı değildir sözkonusu olan. Zaten Öcalan'ın tezlerine böyle bakmak tarihin seyrinden hiçbir şey anlamamış olmak demektir. Bütün teoriler ancak mücadelenin seyri içinde tamamlanacak süreçlerdir. Bu gerçeklerin üstünden atlayan her eğilim, taşlaşmaktan kurtulamaz ve toplumsal gelişim seyri karşısında siyasetsizleşir.
Öcalan esas olarak Kürt Özgürlük Hareketinin düşünsel mevzilerini yeniden kuruyor ve tahkim ediyor. Bir sosyalist olarak buna mecburdur. Sayısız badirelerden ve ağır bir tarihten sonra Öcalan ve Kürt özgürlük hareketi de 20.yüzyılın şanlı Kürt hareketi ama 21.yüzyılın gerçekleri altında kalan siyaset olarak tarih kayıtlarına geçemezdi, geçmemeli. Tarih raflarında şanlı bir nostalji olmamak için Öcalan ilk önce düşünsel mevzileri yeniden kuruyor. Bunu yaparken de elbette bir önceki -20.yüzyıla ait- düşünsel mevzileri yıkıyor. 1970-80 model fikirlerle 2030'lar karşılanamazdı. Mahalledeki bakkal pos cihazına geçmişken, çocuklar legodan minecrafta geçmişken, sosyalistler dahil bütün insanlar neredeyse yılda bir telefonunu güncelliyorken bir sosyalist hareketin hâlâ 1840'ların Marks ve sosyalizm yorumuyla bugüne cevap olması beklenemez. Toplumun, toplumsal dinamiklerin enginliğini kısır bir sınıfçılık içinde cansızlaştırmak mümkün değildir. Öcalan'ın yapmaya çalıştığı şey tam da bu cansızlaşan, taşlaşan sosyalist bakış ve örgüt kültürüne içeriden darbeler vurarak ona kan vermektir. Buradan yola çıkarak ilk önce kendi zihnindeki diyalektiği yeniden kuruyor. Diyalektik zıtların birbirini yok ederek değil; zıtların çok yönlü, ilişkisel, çoklu süreçler içinde karşılıklı dönüşümüne dayanan bir bakıştır. Diyalektik çoğulcu yaklaşım ve çoğulcu akıl yürütmedir. Herşeyin içiçe geçtiği ve birbirini dönüştürdüğü gerçeği ortada dururken, politik toplumsal projeni yok etmek, ele geçirmek üzerine kurmak elbette gerçeğin duvarına çarpar.
Nasıl ki ikindi sağanakları, badem çiçeklerinin taç yapraklarını önce düşürür, ardından yeşil yaprakları filizlendirir sonunda da meyvelerini beslerse... işte öyledir diyalektik. Güvercin gübresiyle yetişen bal gibi üzümlerden yapılmış şarabı tadan insan düşünmez mi, tüm canlılar ve çelişkiler nasıl da birbirimizin içindeyiz. Ve her çelişki nasıl da birbirinin içindedir. İşte diyalektik tam da bu içiçe geçmiş çelişkileri ve dönüşümü anlamaktır. Tarih de tek bir çelişkiden ibaret olmadığı gibi, bir çelişki de sadece kendisinden ibaret değildir. Sınıf, kadın, inanç, kabileler, halklar, ekoloji... Tarih bütün bunlardan ibarettir. Tarih sınıf mücadelesinden ibaret değildir demek, sınıf inkârı demek değildir. Aksine çelişki ve çatışmanın genişletilmesi ve kapitalizmle bütün cephelerden mücadele etmek demektir. Yoksa sınıf vardır ve her yerdedir! Dolayısıyla diyalektik bakış bunların hepsinin içiçeliğini bir bütün olarak görmeyi gerektirir. Kadın mücadelesinin içindeki sınıf çelişkisini, sınıf mücadelesinin içindeki ulus çelişkisini, ulus mücadelesinin içindeki inanç yada diğer çelişkileri görmek. Nenelerimzin dedelerimzin dediği gibi: beş parmağın beşi de bir değil.
Demem o ki, 20.yüzyılın ideolojileri ve söylemleri 1-4.yüzyıllar arasında Hristiyanlığın tanık olduğuna benzer dönüşümlerden geçmektedir. Bu bütün ideolojiler için geçerlidir. Dolayısıyla 20.yüzyıldan kalan sorunlar da dönüşümler geçirmektedir. Bu dönüşümler öznel şartlardan değil; nesnel gerçekleştirmeler içinde aktüelleşmekte ve bu nesnel gerçekleştirmelerin darbelerine maruz kalmaktadırlar. Bütün dünyayı saran gerçekleşmeler, dönüşümler olurken, sol ideolojilerin dönüşmediğini iddia etmek, solun taştan da daha taş olduğunu söylemek olur. Dolayısıyla elbette Marksizm de evrilmiştir ve elbette ulus sorunu, ulus teorisi ve onun çözüm yolları da evrilmiştir. Sınıf mücadelesi, kölecilik, sömürgecilik, feodalizm, kapitalizm, maddeci diyalektik, UKKTH, maddi temel veyahut sınıfsız ve tam mutlu bir toplumun ortaya çıkması hakkındaki geniş çaplı ideolojinin bütün ideolojiler ve dinler gibi, bizatihi hayatın kendi olan bir evrim tarafından dönüştürüldüğüne tanık oluyoruz aslında. Zaten bir fikrin ancak pratik hayatın içinde somutlaştığı zaman değerinin olacağı kabul görmektedir. Hiçbir ideolojik, dinsel, politik tutum nesnel şartların yarattığı değişim ritminin karşısında duramaz. Hiçbir güç elde ettiği küçük refahların veya mevzilerin içine kaçıp saklanamaz. İç politikasını ve teorisini dış dünyanın gerçeklerinin işlevinde düşünmek ve dönüştürmek zorundadır. Aksi halde bir süre sonra dışarının elde edeceği gelişim karşısında az gelişmiş olur ve elde ettiği küçük refahları ve mevzileri de kaybeder. Unutmayalım ki Stalin rejiminin sertliği, ne gücünden sarhoş olmuş tek bir adamın kaprisleriyle, ne sosyalizmin gerekleriyle tam olarak açıklanabilir. Bu sertlik aynı zamanda bir az gelişmişlik dramıdır. Zira az gelişmişlik sertleştirir ve sert olan şey kırılır. Geri bir tarım ülkesinde endüstrileşmenin aşamalarını insanı yatırım aracı haline getirerek hızla geçmek üzere icat edilmiş acımasız bir devlet formülüdür Stalin rejiminin sertliği. Tıpkı daha sonra bu dramın Çin'de başlaması gibi.
İkinci olarak ise Öcalan hem topluma, hem devlete, hem Kürt hareketlerine stratejik bir yönlendirmede bulunuyor. Kürt halkı ve hareketlerine silahlı mücadele ve savunma evresinden siyasi-hukuki çözüm evresine geçişi işaret ediyor. "Yıkıcı devrim" yerine "kurucu demokratik devrim" dönemine geçerek Kürt mücadelesinin yeni zemininin toplumsal, siyasal örgütlenme olduğu anlamını ortaya koyuyor. Böylece Kürt meselesini hukuk dışılıktan hukuk alanına çekmeyi hedefliyor. Bu bakımdan devlete de anayasal ve yasal temelli bir diyalog öneriyor. Bunun sonucunda cumhuriyetin yeniden inşasını öneriyor. Öcalan Türkiye'de yürüyen süreci sadece Türkiye ile sınırlı olarak okumayıp bölgesel bir politika beyan ediyor. Türkiye'nin iç barışının Suriye'deki Kürtlerle nasıl bir ilişki kuracağından geçtiğini öne çıkarıyor. Yani Kürt hareketini hukuk ve siyasal zemininde konumlandırmak, devleti kamusal alanda meşru diyalog zeminine çekmek. Bunlar devasa hedeflerdir elbette. Burada çok sayıda denklem ve faktör olduğu açıktır.
Sözün özü Öcalan'ın ortaya koyduğu tezlerini sadece bir örgütün dönüşümü ile sınırlı bir konu olarak değil, büyük bir nüfusa sahip bir ulusun dönüşerek kendi dışındaki gerçek dünyadaki yerini almak meselesi olarak görmek gereklidir. Öcalan'ın negatif devrimden pozitif devrime geçiş diye tarif ettiği şey de budur. Yani "yıkıcı devrim" yerine "kurucu demokratik devrim" dönemine geçiş. Ve bütün dokuları dökülmüş, bütün zihni parçalanmış bir Ortadoğu'da bir gelecek tahayyülü bakımından Demokratik Toplumcu Sosyalizmi tutunacak bir dal olarak görüyor. Boş laflar, ezber retoriklerle, eski düşünsel alışkanlıklar ve şablonlarla değil, bizi düşünmeye, konuşmaya teşvik edecek bir yerden yapıyor bunu. Ve bu "yürüten sensin, kudretine şükürler olsun" modu ile olacak birşey değildir. Zira bu mod üzerinde uyuduğumuz tembel bir yatak olmuştur artık.
İdeolojik, politik, toplumsal, örgütsel bakımından bu kadar geniş bir dönüşüm ve hedefleri gerçekleştirmek ne kadar mümkün? Öcalan'ın bunları gerçekleştirmek için öne sürdüğü araçlar doğru ve yeterli mi? Tüm bu hedeflerin ne gibi açıkları olabilir? Kürt özgürlük hareketinin Öcalan'ın ortaya koyduğu bu büyük dönüşümü gerçeklişterebilecek potansiyeli var mı? Bu dönüşüm projesi Kürt toplumunda ve devlette ne kadar karşılık bulur? Kürtler ve devletler böyle bir dönüşüme hazır mı? Bu sorular orta yerde duruyor. Bir başka yazıda bunları ele almak mümkün olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.